2 Şubat 2013 Cumartesi

saturday night fever?

biraz büyümekle mi alakası var, yoksa İzmir'de olduğum zamanlarda her Cumartesi illa da kendimi sokağa atıp tabiri yerindeyse "zebahlara kadar densss densss" modunda takılıp doyduğumdan mıdır nedir artık bünyemi Cumartesileri ayağı yanmış kedi gibi oradan oraya dolanmak için şartlamıyorum. ahaha dış ticaret eğitimim sonrası staj günlerini hatırlıyorum da, Cuma ve Cumartesi birazcık az eğlenmiş olsam bütün hafta somurtarak geziyor ve "haftasonu eğlenmek zo-runnn-daa-yığğm!" diye milleti darlıyordum. güldür güldür geçen öğrencilik sonrası iş hayatı gencecik halime epey ağır gelmişti ve ayaklarım kopana dek dansetme, kusmaktan sabaha dek uyuyamama hallerini kendime "nefes aldırma" olarak görüyordum. tabii bütün bu cümlelerden sonra artık haftasonlarını yanımda bitki çayı,kucağımda kedi, tv başında uyuklayarak yaşıtlarımın çocuklarına patik örerek geçirdiğimi sanabilirsiniz ki yapmayın kalbinizi pis kırırım! söyleyeyim ahaha.

ancak itiraf etmem lazım ki ortadan "haftasonunda gece dışarı çıkıp kendimi heba etmeliyim" gerekliliği kalkınca gelen rahatlamayı sevdim. tabii bazı geceler yine en koyu göz makyajımla sabaha kadar içip ayaklarımı zıplamaktan ağlatıyorum ancak 30'a 2 kala,bu gecelerin düşen sıklığından bedenen çok memnunuz!

bu postta "pizza-bira-film geceleri"nde izleyip de bayıldığım son 3 filmin trailerını koyuyorum, belki bu akşam evdeyseniz ve ne izlesem diye turluyorsanız bir ışık yakar.




  

3 filmi (ve müziklerini) de inanılmaz sevdim!

bakalım siz de sevecek misiniz?

enjoy!


there is no golden gate..?

Her şey öyle garip oldu ki, sanki vertigo ataklarından biri gelmiş gibiydi. göze inen tül bir perde, seslerin kısılması, ışığın gücünü arttırması ve anların kare kare donması, buz gibi olan ellerim. oysa her şey planlandığı gibi gidiyordu, neredeyse 1 aydır her gün düşündüklerim, son 2 haftadır ağzımdan çıkanlar..hepsi sonunda buraya bağlanacaktı ya da hepsini içimde tutarak ama her anda da hatırlayarak her sabah o ofisin kapısından içeri girecek, bilgisayarımı açacak ve geceden biriken maillerin ekrana düşmesini bekleyecek, bu sırada her gün yaptığım gibi kepekli tostumu kemirecektim ama ben bu sabah istifamı verdim ve bitti.

istifalar bu kadar dramatik şeyler değildir muhtemelen. işi sevmezsin gidersin, başka iş bulursun gidersin, anlaşamazsın gidersin ama benim gibi 2 kere kendi isteğinle ayrılıp 2 kere de geri çağrılıp ve kaldığın yerden işine devam ettiğin durumlarda bir nevi boşanma tribine giriyor insan. bir de ofisin "delidir ne yapsa yeridir" kızı olup, insanları bu "bir var bir yok" halime alıştırınca, gitmeler sancılı olsa da dönüşler biraz daha umutlu oluyordu. kafamdaki taç benimdi, verilen sözler tutulmayana dek de benim kalacaktı. içime sinmeyenler sırtıma binmeye ve beni boğmaya başladığında ise ofiste geçirdiğim 9 saat artık 900 saatti ve ben ciğerlerime yapışan bu histen kurtulmak için her akşam işten eve o uzuuun,karanlık yolu yürüyordum.

yine de tüm bu olanlara rağmen, bugün işlemler bitip öğleden sonra eve geldiğimden beri saçma bir boşluk halindeyim. henüz istifanın verdiği o rahatlama hissi yok, hala Pazartesi sabahı, her sabah olduğu gibi en nemrut (sabahları öyleyim çünkü) suratımla caddeden geçen ilk taksiye atlayıp "10 dakikam var, hızlı lütfen!" diyecekmişim gibi geliyor. sonrası zaten aynı, bilgisayarı aç, maillerin düşmesini beklerken, ofise senden önce gelen tostunu kemir, en sevdiğin kupandan çayını iç..

3.kez kapattığım bu kapının paralelinde açılacak olandan önce, 1 ay kendimi nadasa bırakıyorum. 

Şubat ayı başka türlü nasıl çekilirdi zaten?

(bu sabahtan beri dilimdeydi, paylaşmasam olmazdı)