23 Ekim 2019 Çarşamba
to do list
Bloga döndüğümü tesadüfen farkeden canıms arkadaşım feedback vermek istemiş, telefonda azar çekiyor "kızım ne demek onca sene geçti ben aynı kaldım, saksı çiçeği misin sen? yüzüm hariç deseydin bari, eski halinden eser yok, iyi ki de!"
aramızdaki ilişkide kendisine evlilik kredisi gibi gönlü bol bir alan bıraktığım için yer yer gülerek dinledim azarını. insanın kalbine aldığı insanlardan gelecek eleştirilere de ihtiyacı var, kör noktalarımızı biz değil onlar görüyor nihayetinde."evin her yerine koyduğun kristallari anlat, aldığın garip eğitimleri, çıkmaz yollarında dönüştüğün aşkı, okuduğun onca kitabı, taşınmak için her yolu denediğin Roma'yı, aramızda dalgasını geçtiğimiz o klasik "hayatı çözdüm ommm" insanlarını.." tamam, anlatacağım belki biraz parmaklarımın ısınmasını bekliyorumdur :)
son kan tahlillerime göre, tam da tahmin ettiğim gibi yine demir, b'ler ve d vitamini yerlerde. ben de diyorum ki, kalbim savaş alanındaki enkazdan yeni çıktı, kafam çok karışık, Ekim'in sonundayız ve yine yeniden "oturma iznini karşılayamıyoruz cınımss" yazılı bir mail aldım normaldir böyle yere burnumun sürte sürte gitmesi. tabii bu etkenlerin hepsi sırt çantamdayken ruhumun kuş olup uçmasını beklemezdim yine de şu kan sonuçlarına dayanmak iyi geldi. biraz araştırmayla netten eksik vitaminleri sipariş verdim ya, geçti bitti sıkıntım değil mi? kendimi tatlı yoldan kandırmak, en sevdiğim boş zaman aktivitem.
çünkü bazen böyle olur. o anda görmek istemediğin şeyler vardır gözlerin eskisi gibi net görmemeye başlar, hangi yoldan gitsen bilemezsin ve her gece dizlerin sızlar. içindeki erille hala çözemediğin o sorun yeniden karşına çıkar sarıldığın adamda. ama sen duymaz, görmez, hissetmezsin, güya. içinin iliklerine dek bildiği şeyleri elinle itersin sigara dumanı savurur gibi.
şimdi instagram'da okurken 3 saniye için insanı tüy gibi hissettiren,"evet ya yapabilirim, aynen öyleee, yess madıfakaaa" diye gazlayan, farkındalıklı ve ilham veren mikro bloglar ve onların cici hayatlar yaşayan sahibe (genelde kadın oldukları için) moda. ben de okurken sinir buhranı geçirmediklerimi takibe aldım. sinir buhranı dedim zira bazen şöyle oluyor, sabah yataktan "hayatım nereyee gidiyoooo" diye saçların diken diken uyanmışsın, biraz yatakta ig dolanayım (kötü alışkanlıklar 1) diyorsun ve şunu görüyorsun; "yapabilirsin, kanatlarını açıp uçabilirsin istediğin yere, haydi durmaaa". hımm demek öyle, peki o halde bakalım Fiumicino için ilk uçak kaçta..elbet böyle olmuyor, bu satırı okuduğunda normalde görünmez olan tüm o demir prangalar birden fiziken orada varolmaya başlıyor, kalın, çirkin ve gerçek. şimdi o telefonu bırak, zincirlerinle birlikte hayata karış çünkü ne özgürsün ne de bir kuş.
bu kesimin bir de "mindfulness" sahibi olanları var. bu da yeni yeni ortamlarımıza akan bir kavram oldu biliyorsunuz. hoş, bize yeni. yoksa insanlar çoktaaan eğitimlerini almış ve eğitmen sıfatını koymuş isimlerinin önüne. bazen diyorum ki, eğitimden eğitime koşan bu bir grup elit insanın, at yarışı tahminlerini bahisçilere fısıldayan adamlar gibi bir habercileri var. gidip haberleri toplayıp diyor ki "yeni akım aha da bu, hemen koşup eğitimlerini alın kimse uyanmadan" ve sonrasında sen "aa bu neymiş" derken senin karşına son derece özgüvenli haliyle "eğitimci" kimliğiyle çıkıyor. buradan bu sırrı veren habercilere sesleniyorum, mail adresim var blogda beni de bu gizli çembere sokun allahsızlar!
sayfalarında tatlı bir huşu içinde gezdiğim hesap sahiplerinin hayatlarına bakıyorum, sonra kendi hayatıma bakıyorum. tamam şimdi nankörlük yaparsam tepemden Zeus çarpar, sabahları deniz gören çimlerinde yoga matımla güneşi selamladığım bir villada değilsem de, gökyüzünü alabildiğinde gördüğüm ve yoga matımı yerleştirince popomun elimin sağa sola çarpmadığı geniş bir alanım da var. uyanınca bok gibi karanlığa bakılan o saatlere henüz gelmediğimiz için gözlerim şanslı. tamam hadi başlayalım, hiç olmadı oturup içine dön sakince. şimdi benim hayalimde o minnoş kadınlar yataktan kalkıyor yüzlerinde tatlı bir pembelik, yüzünü yıkıyor, aynada kendine gülümsüyor, limonlu ılık suyunu içiyor ve sonra 180 tlye satılan yoga minderine oturup "şükür" çalışması yapıyor. ben tepemde dağınık topuzumla uyanıyorum, sabahları dudaklarım 3 cc dolgu yemiş gibi olduğundan aynaya bakıp "wuuu seksi" diyorum ahahs, gözlerim o sabah mavi mi yeşil mi duygu durumum karar verdiği için ona takılmadan şapşap yıkayıp limonsuz suyumu (çünkü tansiyonumu düşürüyor) her sabah almam gereken ilaçla içiyorum. yere matı serip "şükürsss" diye kendimi gazlamam gereken anda kucağıma dev bir tüy yumağı çıkıyor, burnunu yüzüme gözüme sürüyor çünkü aç, çünkü iblis çünkü you know, yogadır meditasyondur sekstir bunlar kedilerin musallat olmaya bayıldıkları şeyler ahaha. ve üstümü başımı patileriyle mıncırmasına dayanamayıp eeeah diyerek kalkıyorum yerden. the şükürss başka zamana kaldı bak. çünkü böyle kalıplar sevmiyor ruhum, kalıplara sokmadan yap diyor, güneşi gördün gül, harika yemek buldun sevin, aşkla baktı öp :) ama ne yaparsan yap uçuşan yeşilli pembeli bir tüy gibi yap, ol, hisset.
ah ciddili konuları anlatmak için oturmuşken yine dağıldım. olsun, dağılmanın da kendi içinde toparladığı yerler var. hangimiz tüm parçalarımız binbeşyüzseksen parçaya dağıldığında aslında içten içe iyi hissetmedik, tıpkı bir şeyler bittiğinde içimiz dağılsa da en derinde gizli bir "oh" çekmemiz gibi.
yine ve her zaman olduğu gibi, öperim dudak kıvrımından,
Marl
20 Ekim 2019 Pazar
bitti dediğinde başlar hep hikaye
Bloga ilk cümlelerimi dökerken yani bundan tam 11 sene önce, ki o zamanlar fasülye olanlar bilmez, hepimiz bir ekran sayfasına içimizdeki fırtınanın ortasında kalmış bir yelkenliden sesleniyorduk. kimimiz modaya vermişti kendini ve o zamanlar şükürler olsun ki henüz vlogger da yoktu, instagram da. kimimiz o zamandan sinyalini vermişti gezenin tozanın ilerde de iş yapacağını. kimi aşklarını (aka vurgeç) kimimiz de benim gibi böyle dümdüz hayatını yazarken arada ergenliğin verdiği filozofik ruh slalomunda kayboluyordu.
o dönemler nereden müzik dinliyorduk gerçekten hatırlayamıyorum ancak msn'de hoşlandığımız çocuğa ne dinliyorum özelliği ile ipuçları gönderdiğimiz aklımda. ve ben de üniversiteden mezun halimle tek başıma yaşamanın verdiği hüznü, akşamları buraya dökülerek hafifletiyordum. sonrasında hayat açıldı, saçıldı, bloga şarapla yazmalar ki bu her sex and the city izleyen kızın kendini laptop başında Carrie sanmasıdır, başladı. elbet yalan söyleyemem, şu anda bazı yazılarıma bakıncaya dek o yazının içindeki olayları sis olarak dahi hatırlamadığım oluyor. sanki zaman uçup gitmiş gibi.
zaman uçup gitmiş derken 6 senedir şuraya bir kelam bırakmamış olduğum aklıma geliyor. eskiden yaparken epey eğlendiğim bir şaka vardı, uzun süre ortadan kaybolacaksam ev arkadaşıma not olarak odamın kapısına "cumaya gittim dönerim" yazmak gibi. (leş bi insanmışım hahah) bu sefer onu bile yapmamışım, muhtemelen 5 yaşında alnıma yapışmış olan "bağğlaanaamııyorrumm ben hoff" hezeyanımı bırakıp gitmişim. neyse, böyle rezil bir gidişin unutması için bu kadar sene az bile haha.
"peki bu 6 sene içinde ne oldu Marlene kız anlat" diyenleriniz olacak, olur ama önce şu şarabı karşılıklı tazeleyelim bebeğim zira ihtiyacın olabilir. bak şimdi geliyor, evlendim, çocuk yaptım, çocuk kediyle halıda yuvarlanırken ben de tatlı annesi olarak şarap içip kaliteli "me" time yapıyorum. evet bu tür bir Marl var ve gerçek ancak ne yazık ki ya da ne şanslıyım ki yaşadığım evrende değil, parelelde. Çünkü bu Marl'ın sadece kucağında yatan 4 yaşında serseri köpek bi kedisi ve elinde şarabı var.
"oo hello nigga! artık kızıl saçlı asi bir pislik değil, sarışın bir ponçiğim"
Hayat değişir, gelişir, akar gider ya. bana böyle olmadı sanırım. illa ki böyle bir film seyretmişsindir, bişeyler olur ve zaman donar, başroldeki karakterimiz hariç her şey değişir. bana da böyle bişey oldu. ben 28 yaşımda kaldım, işler, ülkeler, evler, insanlar geldi geçti ama ben değişemedim. evlilik yolunda sol şeritte giderken üstelik parmağıma o güzel pırlanta geçirilmişken bile devamını getiremedim. kendimi hiçbir parkta kucağımda bir çocukla hayal edemedim ve her nasılsa başım her boka sardığında yaptığım gibi kaçmadım İzmir'e.
Dönüp bakınca sanki zaman sıçraması yaşatan o kilere girmişim ve bambaşka bir dünyaya gitmişim ve ben orada biraz takılırken burada zaman ohoo almış başını gitmiş gibi. (bazen de bunun tersi olur ya) Ya da uzun zaman komada kalıp birden uyanınca eskiden tanıdığı kimse kalmamış karakterler gibi. Sanırım zaten merakımın olduğu spiritüel bir takım olayların derinlerine indiğimde farketmeden kendime ait bir sihir yaratmışım.
Neyse ki çok özletmeden döndüm, ne dersin görüşürüz müyüz arada?
Öperim dudak kıvrımından,
Marl
not: artık Osman kedisi de, Winter'da yok. Onları da anlatacağım.
o dönemler nereden müzik dinliyorduk gerçekten hatırlayamıyorum ancak msn'de hoşlandığımız çocuğa ne dinliyorum özelliği ile ipuçları gönderdiğimiz aklımda. ve ben de üniversiteden mezun halimle tek başıma yaşamanın verdiği hüznü, akşamları buraya dökülerek hafifletiyordum. sonrasında hayat açıldı, saçıldı, bloga şarapla yazmalar ki bu her sex and the city izleyen kızın kendini laptop başında Carrie sanmasıdır, başladı. elbet yalan söyleyemem, şu anda bazı yazılarıma bakıncaya dek o yazının içindeki olayları sis olarak dahi hatırlamadığım oluyor. sanki zaman uçup gitmiş gibi.
zaman uçup gitmiş derken 6 senedir şuraya bir kelam bırakmamış olduğum aklıma geliyor. eskiden yaparken epey eğlendiğim bir şaka vardı, uzun süre ortadan kaybolacaksam ev arkadaşıma not olarak odamın kapısına "cumaya gittim dönerim" yazmak gibi. (leş bi insanmışım hahah) bu sefer onu bile yapmamışım, muhtemelen 5 yaşında alnıma yapışmış olan "bağğlaanaamııyorrumm ben hoff" hezeyanımı bırakıp gitmişim. neyse, böyle rezil bir gidişin unutması için bu kadar sene az bile haha.
"peki bu 6 sene içinde ne oldu Marlene kız anlat" diyenleriniz olacak, olur ama önce şu şarabı karşılıklı tazeleyelim bebeğim zira ihtiyacın olabilir. bak şimdi geliyor, evlendim, çocuk yaptım, çocuk kediyle halıda yuvarlanırken ben de tatlı annesi olarak şarap içip kaliteli "me" time yapıyorum. evet bu tür bir Marl var ve gerçek ancak ne yazık ki ya da ne şanslıyım ki yaşadığım evrende değil, parelelde. Çünkü bu Marl'ın sadece kucağında yatan 4 yaşında serseri köpek bi kedisi ve elinde şarabı var.
"oo hello nigga! artık kızıl saçlı asi bir pislik değil, sarışın bir ponçiğim"
Hayat değişir, gelişir, akar gider ya. bana böyle olmadı sanırım. illa ki böyle bir film seyretmişsindir, bişeyler olur ve zaman donar, başroldeki karakterimiz hariç her şey değişir. bana da böyle bişey oldu. ben 28 yaşımda kaldım, işler, ülkeler, evler, insanlar geldi geçti ama ben değişemedim. evlilik yolunda sol şeritte giderken üstelik parmağıma o güzel pırlanta geçirilmişken bile devamını getiremedim. kendimi hiçbir parkta kucağımda bir çocukla hayal edemedim ve her nasılsa başım her boka sardığında yaptığım gibi kaçmadım İzmir'e.
Dönüp bakınca sanki zaman sıçraması yaşatan o kilere girmişim ve bambaşka bir dünyaya gitmişim ve ben orada biraz takılırken burada zaman ohoo almış başını gitmiş gibi. (bazen de bunun tersi olur ya) Ya da uzun zaman komada kalıp birden uyanınca eskiden tanıdığı kimse kalmamış karakterler gibi. Sanırım zaten merakımın olduğu spiritüel bir takım olayların derinlerine indiğimde farketmeden kendime ait bir sihir yaratmışım.
Neyse ki çok özletmeden döndüm, ne dersin görüşürüz müyüz arada?
Öperim dudak kıvrımından,
Marl
not: artık Osman kedisi de, Winter'da yok. Onları da anlatacağım.
12 Ekim 2019 Cumartesi
İsyancılar! Toplanın, yeniden başlıyoruz.
Dönüyorum.
Hoşgeleyim.
Marl
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)