8 Eylül 2013 Pazar

huzursuzlar ve kök salamayanlar ülkesi başkanı

bazı fotoğrafları, üzerine yazı yazılabilecek türlü şeylere rastgele dökülmüş cümleleri, minik aşk notlarını, biletleri yani işte anısal ne varsa onları sakladığım ufak bir kutum var benim, geçen gün dolabın derinlerinde bulunca, annesinin evinde ergen günlüğünü bulan 30'lu yaşlardaki kadın tribine girdim. temizlik yapmaktan zerre hoşlanmadığım için bütün kutuyu yere saçıp zaman geçirmek fikri cazip geldi. onlar şunlar derken ne zaman yazdığımı not düşmediğim şu satırlar çıktı karşıma;

"kökleri olmalı insanın; hayata, sevdiği insana, sevdiği şeylere sıkı sıkı bağlanabilmeli..ancak bu şekilde "yaşadığını" iliklerine dek hissedebilirsin.." 

bunu ben yazmışım. alışkanlık oluyor, sonra biterse-giderse-değişirse-bulamazsam diye filtre kahvelere, parfümlere, şehirlere, insanlara bağlanmamaya çalışan, her seferinde çuvallayan ama kaçarken bile kuyruğu dik tutmaya çalışan, ben. 

benim gibi hayat hikayesine bir çeşit iyi(?) ya da kötü terkedilmelerle başlayan insanların, yaşama kök salma ile biraz şizofrenik bir ilişkisi olduğuna inanıyorum. İzmir'e en son gidişimde, sabahın 5'inde eve dönerken şehre bakıp gözyaşlarına boğulurken de aklımda aynı şey vardı.. seni seviyorum ama nereye aitim bulana kadar sende de kalamam..bu hisle hiç tanışmamışlar ( şanslı piçler sizi!) için bunu bir yanın birilerine, bir şehre, bir düzene deli gibi ait olmak isterken bir yanının "bağlanırsan ölürsün" demesi olarak anlatabilirim ama ne kadar anlaşılır bilmiyorum. üstelik Elif Şafak'ın sürekli "göçebelikkk...ait olamamalar.. :( ben bi Londra'ya gidip geleyim" demeleri varken, ben bile kelimelere dökerken gülüyorum he ya hee göçebelik diye, o yüzden içinden fısır fısır konuşulmalı bunlar, kimse bilmeden, duymadan. aynen ilk ve son kez buralara dökmem gibi.

okulların tatil olup 3 ay koşup oynadığımız günler geride kaldığından beri yazlar benim için hep bir parça gariptir ama bu yaz saç tellerimde bile hissettiğim (ilk beyaz tellerimi gördüm daha ne olsun!) accayip şeyler oldu. uzun süredir düşünmediğim "neredeyim, nereye gidiyorum, nerede olmak istiyorum, bundan sonra ne olacak"lar bir anda üşüştü tepeme. genelde böyle anlarda çok içmek, çok çalışmak, alakasız şeylerle ilgilenmek bir süre işe yarar. yani yarardı. üstelik bu krizin gelmesi için en az 2 senem daha yok muydu? (30'lar hani) ani meslek dönüşleri, gezegenin bir ucuna taşınanlar, dünya üzerinde evlenecek son insanların dahi kıyametten kaçar gibi hızla evlenmeleri, aynı sıralarda okuduğun insanların 2. çocuklarını yürütmeleri, ona bişey olmaz! dediklerinin pat diye ölmesi, yıllarca omzunu destek olarak verdiklerinin dönüp gidebilmesi, olmadık karşılaşmalar, aklından ve kalbinden şüpheler derken orta yaş krizimi erkenden yaşadım sanıyorum. 

yaz gri ve ağırdı, şimdi okula, işe, hayata kaldığın yerden devam etme zamanı. hem üzerimde en sevdiğim hırkam, geceleri yorganım varken, gelecek bütün krizlere 1 kat (1 kat ama daha fazlası yok) daha dayanıklı olabilirim. ya da bilmiyorum, göreceğiz.


p.s: bazı şarkıları karanlıkta, yıldızların altında, bazen bir sigara ya da en sevdiğin içkiyle ama illa da tek dinlemek gerekir. hah bu da onlardan biridir.


2 Şubat 2013 Cumartesi

saturday night fever?

biraz büyümekle mi alakası var, yoksa İzmir'de olduğum zamanlarda her Cumartesi illa da kendimi sokağa atıp tabiri yerindeyse "zebahlara kadar densss densss" modunda takılıp doyduğumdan mıdır nedir artık bünyemi Cumartesileri ayağı yanmış kedi gibi oradan oraya dolanmak için şartlamıyorum. ahaha dış ticaret eğitimim sonrası staj günlerini hatırlıyorum da, Cuma ve Cumartesi birazcık az eğlenmiş olsam bütün hafta somurtarak geziyor ve "haftasonu eğlenmek zo-runnn-daa-yığğm!" diye milleti darlıyordum. güldür güldür geçen öğrencilik sonrası iş hayatı gencecik halime epey ağır gelmişti ve ayaklarım kopana dek dansetme, kusmaktan sabaha dek uyuyamama hallerini kendime "nefes aldırma" olarak görüyordum. tabii bütün bu cümlelerden sonra artık haftasonlarını yanımda bitki çayı,kucağımda kedi, tv başında uyuklayarak yaşıtlarımın çocuklarına patik örerek geçirdiğimi sanabilirsiniz ki yapmayın kalbinizi pis kırırım! söyleyeyim ahaha.

ancak itiraf etmem lazım ki ortadan "haftasonunda gece dışarı çıkıp kendimi heba etmeliyim" gerekliliği kalkınca gelen rahatlamayı sevdim. tabii bazı geceler yine en koyu göz makyajımla sabaha kadar içip ayaklarımı zıplamaktan ağlatıyorum ancak 30'a 2 kala,bu gecelerin düşen sıklığından bedenen çok memnunuz!

bu postta "pizza-bira-film geceleri"nde izleyip de bayıldığım son 3 filmin trailerını koyuyorum, belki bu akşam evdeyseniz ve ne izlesem diye turluyorsanız bir ışık yakar.




  

3 filmi (ve müziklerini) de inanılmaz sevdim!

bakalım siz de sevecek misiniz?

enjoy!


there is no golden gate..?

Her şey öyle garip oldu ki, sanki vertigo ataklarından biri gelmiş gibiydi. göze inen tül bir perde, seslerin kısılması, ışığın gücünü arttırması ve anların kare kare donması, buz gibi olan ellerim. oysa her şey planlandığı gibi gidiyordu, neredeyse 1 aydır her gün düşündüklerim, son 2 haftadır ağzımdan çıkanlar..hepsi sonunda buraya bağlanacaktı ya da hepsini içimde tutarak ama her anda da hatırlayarak her sabah o ofisin kapısından içeri girecek, bilgisayarımı açacak ve geceden biriken maillerin ekrana düşmesini bekleyecek, bu sırada her gün yaptığım gibi kepekli tostumu kemirecektim ama ben bu sabah istifamı verdim ve bitti.

istifalar bu kadar dramatik şeyler değildir muhtemelen. işi sevmezsin gidersin, başka iş bulursun gidersin, anlaşamazsın gidersin ama benim gibi 2 kere kendi isteğinle ayrılıp 2 kere de geri çağrılıp ve kaldığın yerden işine devam ettiğin durumlarda bir nevi boşanma tribine giriyor insan. bir de ofisin "delidir ne yapsa yeridir" kızı olup, insanları bu "bir var bir yok" halime alıştırınca, gitmeler sancılı olsa da dönüşler biraz daha umutlu oluyordu. kafamdaki taç benimdi, verilen sözler tutulmayana dek de benim kalacaktı. içime sinmeyenler sırtıma binmeye ve beni boğmaya başladığında ise ofiste geçirdiğim 9 saat artık 900 saatti ve ben ciğerlerime yapışan bu histen kurtulmak için her akşam işten eve o uzuuun,karanlık yolu yürüyordum.

yine de tüm bu olanlara rağmen, bugün işlemler bitip öğleden sonra eve geldiğimden beri saçma bir boşluk halindeyim. henüz istifanın verdiği o rahatlama hissi yok, hala Pazartesi sabahı, her sabah olduğu gibi en nemrut (sabahları öyleyim çünkü) suratımla caddeden geçen ilk taksiye atlayıp "10 dakikam var, hızlı lütfen!" diyecekmişim gibi geliyor. sonrası zaten aynı, bilgisayarı aç, maillerin düşmesini beklerken, ofise senden önce gelen tostunu kemir, en sevdiğin kupandan çayını iç..

3.kez kapattığım bu kapının paralelinde açılacak olandan önce, 1 ay kendimi nadasa bırakıyorum. 

Şubat ayı başka türlü nasıl çekilirdi zaten?

(bu sabahtan beri dilimdeydi, paylaşmasam olmazdı)