7 Aralık 2012 Cuma

Marl the mikropsaçan

Sanıyorum her şey, yeni bebekli ailelerin dışarıda hava 20 derece bile olsa, kombiyi kökleyip evde çöl havası estirmelerine özenip, aynısını ufacık bir soğukta uygulama sonrası koltuğa pelte gibi yapışmışken gelen "dondurma mı yiyeydik ya" sorusu ile başladı. "Sanıyorum" dedim çünkü dondurmayı suçlayamazsam, spordan sonra ıslak saçla evde takılıp her seferinde de "aa ne güzel lan hasta olmuyorum" diye salak salak sevinen kendime tekmeyle dalmam gerekecek. O yüzden 5 gündür boka çadır kurmuş sinek gibi yatağa yapışmış olmamın tek suçlusu o tek lokmalık, buz gibi dondurma parçaları. madem kurgu bana ait, suçluyu keyfimce seçme hakkımı kullanıyorum.

Pazartesi'den beri evde boynuma sarılı 2 metrelik romantik kız atkısı ile dolanıyorum, tükettiğim türlü bitki çayları sonucu içimde muhtemelen bir tür "sihirli otlak" oluşturdum ve öksürük şurubunu kafama dikerek içtiğimden beri hayat çok ilginç gelmeye başladı. (özellikle bok gibi sıkıcı bir ofis hayatınız varsa öksürük şurubunun nimetlerinden faydalanmanızı öneririm, gün nasıl güzel geçiyor belli değil) Yani öksürükten ciğerlerim ağzıma geliyor, tıkanık burnum yüzünden başka yerlerimden nefes alıyor (kulak misal), dokunduğum yere sümüksü sıvılar bırakıyor, ev icinde 3 adımlık yere yarım saatte gidebiliyor olabilirim ama yine de hastalık halimden memnun olmaya çalışıyorum. (kafa bir yerden sonra gidiyor tabi ilaçlardan, çok şeyetmeyin)

Şu aralar memnun oldugum diğer şeyler ise bir: aşure, iki: yılbaşı. aşuresever insanların hepsinde illa ki "annemin aşuresi" normu olur ancak, bu "yoklukta" koyu kıvamlı, portakalsız ve bol malzemeli her türlüsüne vardım bu sene. tabii herkes komşulardan gelen tabak tabak aşureyi instagramlarken, bu gariban yine babayı aldı. çünkü son 2 evimde oldugu gibi, yine aşure yerine macaron dağıtacak gibi duran (onu da yapmayan tabii) insanların muhitindeyim. neyse ki bu sene de annem İzmir'den kargoyla tam zamanında yetişti de "aşure getirmedikleri için isyan edip komple mahalleyi yakan M.F.." gibi rezillikler olmadı.

Yeni yıl ve tüm parlak renkleri için de "memnun"luktan öte resmen sevinçten kuyruk sallama durumlarım var ancak bunun bir "yatak postu" olduğu ve ilaçlardan dolayı şu kadar cümle için bile elimde telefon 2 kere uyuyakalıp (nene gibin) sonra devam ettiğim gerçeğinden dolayı bir üçüncü sızışta postun sonunu getiremeyebilirim diye burada noktayı koyuyorum.

Hem belki Aralık sevinciyle bakarsın kendimi aşıp ay sonuna dek 4 post falan yazarım. (--> yazmadı)

Öpmüyorum, malumunuz.

Marl

25 Kasım 2012 Pazar

...dashed and divided like a million stars

Güneşi daha sık görememekten mi, hayatımın donmuş bir nehir gibi bir yerlere akamadan kaldığını hissetmekten mi yoksa "hedef seçme ve ona ulaşmak için uğrunda her şeyi yapma güdüsü"nden eksik olduğumdan mıdır bilemiyorum ama bu aralar hayatım sadece "gri" ve bunun için durup öylece "mutsuz" hissetmek beni kesmiyor. hani bazen yataktan çıkmak istemez, sadece karanlık filmler-videolar izler ve bayıldığın karamelli krokanlı pastaya bile pas vermezsin ya, işte bu o dönemlerden bile değil.

olanca keyifsizliğin içinde dikilirken, sen zaten kendin gibi olmadığın için ne aşk, ne iş, ne arkadaşlar hiçbiri alışık olduğun o renkli anları geri vermiyor sana. damak tadını kaybetmiş ama fena halde lezzete aç şekilde, hayatında en sevdiğin şeylerle dolu olan ziyafet sofrasına oturmak gibi, seni besleyip ayakta tutan "heyecan" kordonunun koparılmış olması gibi, ne yapsan bir türlü olmuyormuş gibi. 

hayatın saçma şekilde salak bir rutine bağlanıyor ve enseden kurulmuş oyuncak gibi uyuyor, uyanıyor, o boktanlaşmaya başlayan işine gidiyor, günü öldürüp eve dönüyor, sana aşkla sarılan adama ölü balık gözlerinle bakıyor ve  hayatın bütün zevklerinden kaçıyorsun.

yani bu aralar beni ben yapan ne varsa kaybettim ve acele edip dağılan parçaları birleştiremezsem, yeni yıla üzerimde bana hiç yakışmayan bu ruhla başlayacağım..

ve bilirsiniz yeni yıla nasıl girerseniz öyle geçer.* 

Marl 

*evet, 27.yaşımda buna artık inanıyorum.


 Lana'nın salıncağını, o umarsızca sallanışını (çocukken ben de böyle sallanırdım, dünyaya tersten bakmak iyi geliyordu) çok kıskandım..başıboş hayatını ise daha çok.

15 Kasım 2012 Perşembe

257 gün önce

"...Hayat bazen tam olarak şöyle işliyor..Birine en çocuk gülümsemeni gösterebilecek, en saçma korkunu anlatabilecek, en komik hayallerini paylaşabilecek kadar yaklaşıyor, onunla zamanın nasıl geçtiğini farkedemeden koşarken, birden savunmasız çıplaklığında, oldukça derin bir çizik alıp, onunla olan bütün bağlarını da toplayıp kaçıyorsun uzağa. zaman geçiyor, akıyor, gidiyor, alıştım sanıyorsun..sonra bir bakıyorsun, bir başkası da senden kaçmış..o zaman anlıyorsun ne yaptığını.
ve bir gün, sıradan günlerden birinde işte, treni beklerken, bir Pazar kahvaltısında böreğin en çıtır kısmını götürecekken, öylesine vitrinlere bakarak yürüyorken ya da sokağın başındaki kedileri severken bir şarkı, saçma sapan bir kazak, lanet olasıca o tanıdık koku yüzünden gözyaşların boğazında kocaman bir yumak oluşturuyor. Aramak için telefona da gidemiyor ellerin ve bu sebepten cebinden çıkan en not alınabilecek şeyin üzerine karalıyorsun bu satırları.çünkü noktayı koyana dek damarlarında koşan tüm bu cümleler, noktaya kavuşunca sana yeniden zaman veriyor..bir sonraki "o" şarkı, "o" kazak, "o" boktan koku ya da ne bileyim "o "anlar'a kadar.yani kum saati gibi.."

bunu bugün ceplerimin birinde buldum.

baktım ki cümlelerim noktaya kavuşmak istiyor, dedim altına da şu şarkıyı koyarsam bu seferlik bence kimse küsüp, darılmaz bana.



p.s: böyle satırlar her zaman "eski sevgililere" yazılmaz. bu da onlardan biridir, bilin istedim. 

4 Kasım 2012 Pazar

lately

En son bir video koyup ortalardan kaybolduktan tam 2 ay sonra fazla oyalanmayıp başlık başlık geçelim diyorum. Sebastian, oynat yavrum;

*-* yine ve yeniden taşındım!(1,5 senede 3.ev) Üstelik taşınalı daha 4 ay olan evimden.hayır delilerle herhangi bir münasebetim olmadı. sadece Fenerbahçe'deki evimiz gibi bu ev de anlaşma yapılarak yıkıma verildi ve bu işlemin bu kadar erken olacağını söylemeyi unutan (!) emlakçı sayesinde,tatilden döner dönmez 10 gün içinde boşaltılması gereken evle ve en nefret ettiğim şeye dönüşen paketleme işlemiyle başbaşa kaldım. Geçen sefer evden eve nakliyat tutmuş ancak ağzının payını çogzel almış olarak bu sefer kendim giriştim eşyalara ve akşam paket yap her sabah işe git derken gerçekten yorgunluktan hortlağa döndüm.öyle ki koliler,patlangaçlar içinde "ne oluyor,burası neresi kuzum" diye sayıkladığım anlar bile oldu. tabi tarih itibariyle bütün güzel evlerin yeni evli ve tayinle gelenler tarafından kapatılmış olması sebebiyle, bırak güzel düzgün evleri, gezecek ev bile  bulamayışlarımız o dönemde ciddi olarak çökertti beni.hatta o kadar sıyırdım ki şu an oturduğumuz evi bulunca biz para çekmeye giderken gelir de evi tutarlar diye sevgilime "ben evde kalıyorum sen koş para çek gel" demişliğim bile var ahaha.

*-* daha önce dellenip 2 kere "gidiyom ben!" diyip çekip gittiğim iş yerine tatil sonrası yeniden başladım. tabi ki de pozisyon ve maayış değişikliği ile. Eskiden ciddi anlamda çılgın bir iş tempom vardı yurtdışı yazışmalarını yürüttüğüm için ancak bundan sonrası için daha umutluyum. yerime alınan kızceğiz de işi kotarır götürse o müşteri senin bu müşteri benim haftanın 3 günü arazi olurum. Bu arada bu satış ekibinin "müşteriye gitmek" jargonuna hala ergen ergen bıyık altından gülüyorum. Itıraf edin süslenip püslenmiş halde ofisten çıkarken "hadi ben müşteriye gittim" muhabbeti her daim geyik çevrilebilecek bir durum. 

*-* müşteri diyince aklıma geldi, henüz çömez olduğumdan bir süredir deneyimli arkadaşların yanında yancı olarak takıldığım için değişik müşteri profillerini gözlemleme şansım oldu ve çok net diyorum ki bu ithalat işleri çok garip işler. adama bakıyorsun misal 3 m2 kare yerde Çin'den getirttiği kumanda paketlerinin içinde oturuyor, baksan "ayy yazık" dersin ama adam cebinde senin 5 senelik maaşını taşıyor dolar olarak hem de. bir diğerinin 26 yaşındaki oğlu çıt çıt dediğimiz bok püsür ithalatı sayesinde kendine at almış biniyormuş dıkıdı dıkıdı. yani küçük esnaf dediğin almış yürümüş babuş. tabi ben epey seçici, karizmatik ve mesafeli bir tip olduğum için bakalım benim müşteri profilim nasıl olacak? (bak yine o pis pis sırıtış tövbe yarebbim)

*-* aslında o kadar çok paylaşılacak şarkıdır, filmdir vs var ki ama eski pozisyonuma uygun birini bulununcaya dek (bulma süreci de ne sancılıydı yahu sanırsın astronot arıyoruz) akşam 10'da yorgunluktan uyuyakaldığım çok deli bir tempoyla savaştığım için girip 2 satır bişey paylaşamadım burada. tabi bu arada ilk ve muhtemelen son olacak çantamda ne var videosunun izlenme rakamlarını gerçekten ağzım açık seyrettim.adam gibi blogger bu kapının ekmeğini çok güzel yer,hoop popüler olur gider vallahi. ama benim gibi süper üşengeç tip için video çek, editle, bloga ekle, yok efendim tanınan biri haline gel falan oy.. yazarken yoruldum.iyi böyle ya, bişeyler darlamaya başlayınca fıyy diye tüyüyorum ben malum, gerek yok öyle şeylere ahah.

yine gurbetteki sevgiliye 9 ayın özetini geçer gibi gül kokulu mektup formatına dönüşüyor post, en güzeli hemen burada kesip, bu aralar beğenerek dinlediğim (entel apaçi işi diyorum ben) dubstepli bi video paylaşayım ve gidip uyuyayım. 


                                 kızı epey kıskandığımı itiraf etmem lazım

bu dubstep olayı ile ilk tanışmam ise feci reklama girecek ama aha da şudur;

                                                   arabaya söyleyecek tek lafım; bene gel, benim ol! oiiy! 

kisses!

4 Eylül 2012 Salı

Çantamda ne ola?

                                                 
İyi ki diğer postta "telefondan post yapmak çok yeni,çok accayip"diye bikbiklendim ahah daha 2 gün geçmeden bu sefer de "çantamda ne var? Aha beyyle beeyyle şeyler vaar" postuyla pırtlıyorum işte.
Normalde diğer bloglarda görünce "iyi ama niyçün?" dediğim bu post türü için hepinizin tanıdığı, Japonya'daki elçimiz Serrose (link veremiyorum şu an, aratırsanız şıp diye çıkacaktır) Instagram üzerinden tag başlatıp bi de mention çakınca (sağolsun :)), kına gecesinde göbek atarken bi anda verilen ağlatmalı şarkıya ayak uydurup gözyaşı döken taze gelin gibi savurdum kendimi dans pistine ahaha.
tabi videoyu çekerken ilk olması sebebiyle telefonu sallaya sallaya çekmek mi dersin, arada nefes almak icin "ooihh dıkandım ha" moduna girmek mi dersin ne ararsan var ahaha o yüzden video sonrası okuyuculuktan çıkmak istemenizi anlarım, kapıyı yavaş çekin de bari diğerleri uyanmasın. Bile bile kendi ipini çekmenin de böylesi yani!
Ee hadi o zamansa, buyurun bakalım pillaj çantamda neler varmış;
(uzun yazıların kadını olarak tabisi de video 7 dakkadan az olmayacaktı ahah)
(p.s: ayfonda misler gibi netken nedense youtube'a ekleyince ne biçim de donuk donuk pikselli ses kaydırmaçlı olmuş..bilemedim onu ben neyse artık)




31 Ağustos 2012 Cuma

Bitmeyeydi iyiydi

Yazar burada hem 15 gündür oldugu tatilden hem de güzel,tatlı sıcak havalardan bahsediyor tabiki de. Aslında hiç de aylara,anlara yapışıp kalabilen bir insan değilimdir ama bu sene neredeyse bütün yazı çalişarak geçirip son anda tatile dahil olunca, o tatil de bir tatlı bir tatlı gelince fena mızlanır oldum. Üstüne bugun türlü yerlerde "yazın son günü"yazılarını (ki degilmis yahu Eylüllü bişeymiş kandırmayın insanı) görünce iyice okula dönecek çocuk tribine bağladım.
Bu sene tatilimin çoğu anında içimde hayata karşı birşeylerin gerçekten değiştiğini görerek şaşırdığım,bolca mutlu ve huzurlu oldugum zamanlar oldu. Güzel anıların, milyon tane fotoğrafın, cillop biironz tenin yanına eklendi bu duygular.Hepsini alıp 3 gün sonra yeniden karmaşa yumağına dönüyorum mecburen.
Bu arada laptop kafayı yediği için bu yarı duygusallı satırları dolunay ve mum ışığında, kucağımda gurlayarak uyuyan bir kediyle, telefon ekranına pıtı pıtı vurarak yazıyorum ki her blog postunu ciddiye alarak yazar edasıyla yanında içeceği pc başında yazan asık suratlı Alman mürebbiye kılıklı biri için hayli değişik bir deneyim oluyor. Bir sürü fotoğraf koyacaktım ama blogger applicationu ile henüz kaynaşamadık bence biraz daha görüşmemiz lazım.zaten yenilik dendiğinde hem heyecandan gözleri büyüyen hem de bi yandan reddeden insan için ilk tanışmada yelkenleri indirip teslim olmak mümkün değil ahaha.
Bu postu da mesajlı falan minnoş bir şarkıyla bitirme niyetim vardı ama şu anda tam olarak son teknoloji ile sınanan nineler gibiyim bi link yapıştırdım artık açılırsa dinlersiniz olmadı zaten azıcık güne evdeyim bi şekil hallederiz.

http://www.youtube.com/watch?v=QqdFTPyW5L0&feature=youtube_gdata_player

Eylül'de görüşürüz. (yani..muhtemelen ahah)
Marl

16 Ağustos 2012 Perşembe

törnn mii onn, törrn miiii on

Böyle çalgılı türkülü neşeli başlıklar atılıyorsa, bilin ki orada her daim giydiği nemrut maskesini azıcık süre için kenara kaldırmış bir Marl var. Garibim, sevindirik olmuş, adeta ellerini çırpa çırpa koşan 5 yaş bebesi ve bunca kelimenin aslında tek anlatmak istediği; hellö İzmir! Ben geldim canım.

Türlü sosyal ağlarda, uçaktan iner inmez, bir ergen heyecanıyla her yerden geldiğimi bildirmiş olabilirim ama aslında bu tür ilgi görme çabalarından pek hoşlanmıyorum. Hayır, gittiğin şehrin de derdi tasası yok sana "merabayıın canım" diyecek. 3-5 insan "hoşgeldin" desin, yalandan "ayy çok özledim cıınımmmm görüşeliimm" desin (hiç de görüşülmez ya hastadır ya işi vardır) diye tüm insanlık olarak düştüğümüz duruma bak hele.

Neyse ki bu sene algıda seçicilik yaptım ve 2 haftalık tatilimi "ipimle kuşağım..." temalı o güzel özlü söze uygun olarak geçireceğim. İstanbul ile yürüttüğüm sado-mazo ilişkim son 5 ayda beni öyle bir silkeledi ki bünyeme restart atabilmek için bu süre içinde sözüne değer verdiğim tek şey "keyfim" olmak zorunda yoksa bir sonraki postun çiçekli bir gecelikle akıl hastanesi bahçesinden yazılması büyük ihtimal ahah. Böyle de yazınca, bütün gün elinde rose şarap salına salına gezen, buğulu bakışlı kadın yazar tribi gibi oldu ama "özde insan" olanın insanlığını ve kafa sağlığını kolay koruyabileceği bir yer değil o şahane İstanbul. Büyük umutların ve dev sıçışların birbirini ezdiği yerde, kafandaki soru işaretleri büyüyerek seni yutuyorsa, labirent faresi gibi dön baba dön dönüyorsun olduğun yerde. Dur ama şimdi bunları düşünmenin değil, salıncakta aylak aylak uzanıp kitap okumanın, güzel anne mamalarını ekmeksiz yemeye çalışmanın ve kafayı olabildiğince boşaltmanın zamanı. 

Bu kadar gri hava cümleleri bu cayır cayır sıcağa da zerre yakışmıyor yahu! En iyisi şöyle tambi Sude Ceren'mişim gibi "Eylül'de her şey değişecek çünkü :)" diye bitirip gideyim, belki gizemli mistikli olur da yazının sonunu kurtarır ahaha.

Bu arada boş durmayalım, elde türlü kokteyller, popoyu sallayarak eşlik edelim şarkıya;



4 Temmuz 2012 Çarşamba

özet geç Marl!

Hayatındaki gelişmeleri günü gününe "hepimizle" paylaşan blog kızının, 1 hafta yazamasa , bütün dünya durmuş ve onu merak etmekten başka bi halt etmemiş gibi  "ayyy biliyorum beni çok merak ettiniz minnoşkolar o yüzden hemen özet geçiyorum" kafasına çok özeniyorum. Çünkü ara ara isyan ettiğim gibi burada bilmem kaç tane iri baş olarak oturuyorsunuz (bakınız izleyiciler kısmı) lakin bir post yazınca sesi çıkan hep eş dost kontenjanından oluyor. hayır ne yapayım, konsepti "piirenzesin günnüğü" moduna mı çevireyim? siz plazada erirken hamaklı ve kokteyli fotolar paylaşarak sizi kahır mı edeyim? gittiğim her mekanda yemeği çekip "aha da bunnarı yiyoz biz!" mi diyeyim ki sesiniz çıksın ayol? (fenomen olmanın bazı kuralları number bişey bişey; sıradanın üzerinde hayatın olduğunu göster ki insanlar sana özenip hayranlık duysunlar)

Neyse, son yazdığım post o kadar depresifti ki uzun zaman önce böyle yazıları umumi yerlere taşımaktan vazgeçtiğimi hatırladıktan sonra üstüne yazacak, çizecek çok şeyim oldu ama bir blogger naleti olarak "yazmaya şevki olmamak" hastalığına tutulunca yine buralarda bir dutluk havası, bir ıssızlık aldı başını gitti. Bu benim başıma sıkça gelir, en sevdiğim şeylerden bi anda bıkkınlıkla soğurum. 
işte o zaman ellemeden bırakıyorum bi köşeye her neyse,kimse o. Bazen koca koca günler, bazen sadece 3 saat. Zamanı gelene dek bekletmek gibisi yok.


                                                 Kolye takınca hallenen, şuh pozlara giren bir tip olarak Marl


En son sıçıklı vertigo yüzünden hayatı dondurup dağa kaçıyorum gibi bir duygu vermişim ama hiç öyle olmadı tabi ahaha. misal, iş konusunda bir takım revizyonlara gidildi ve yaklaşık 1 aydır cillop gibi part time çalışır oldum. yani öğleye dek (ki bizim sektörde bu en peak nokta oluyor) çılgın çalışıp sonrasında ense yapıyorum. İlk 2-3 gün öğlen vakti işten çıkınca gerçekten aptala döndüm. sonraki günlerde ise "özgürüm hobaaa" çoşkusu ile zengin kocalı, jeepli kadınlar gibi soluğu bi o avmde, bi bu avmde alıp alışveriş yapıp kahve içip durdum, kuaföre falan gittim. Tam bir minnoş hayatı, tam bir paradise yani ahaha. Tabi bu arada öğlede ofisten al al yanaklarla, sevinçle çıkarken geride kalanların "pis şııllıııkk!" bakışları atarak beni oracıkta boğmak istediklerini söylememe gerek yok sanırım. Baktım herkes geriliyor, tepeme "cııınımm, maaşım da parttime" yazan neonlu bir tabela koydurdum, ofisçe rahatladık.


Tabi yarım gün de çalışıyor olsam, şehirden bi süre uzaklaşacak zamanı henüz bulamadım. bu yüzden tatile gidip gözden kaybolan ve kapkara tenle birlikte " ayy Bodrum yine şahaneydii şekeriiim" muhabbetleri ile geri dönen ofis insanları konuşmaya başlayınca masama astığım türlü deniz-tatil fotoğraflarına bakıp, astral bir tura çıkıyorum. Geçen sene dert yanıp türlü pis dileklerde bulunduğum karşı sitenin görgüsüzleri de havuz sezonunu açtı ya, bence Ağustos'ta beni buralarda bişeycik tutamaz, entel tatil beldesi Kaş'tan "mojito keyfi @Kaş" gibi ayılıklar yapabilirim.


Tamam bu böyle "yazmadığım zamanlarda bunları bunları yaptım" postu olsun, çünkü her şeyi birden yazınca sonraki postlara bişey kalmıyor. Buracıklarda tek başınıza ıssız kalın istemiyorum minnoşlarım, her şey sizin için.


Aslında kafamda ilk post için başka şarkı paylaşmak vardı ama bir önceki postun ağırlığını ancak çıstak çıstak bir şarkı götürebilirdi diye, geçen gece gittiğim yerde çalınca bütün cinconların hurraaa diye bi ağızdan söylediği, benimse ilk defa dinlediğim için tavşan gibi bakakaldığım, bi kaç kere dinleyince de "bundan güzel araba şarkısı olur (araba şarkısı: direksiyon başında insanı pis gaza getiren şarkılar yani) dediğim Tarkan abimizin şarkısıyla kapatıp gidiyorum.




not: araba kullanırken dinleyecekseniz sorumluluk almam bak, kıçınız başınız rahat dursun.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

..çünkü ya öyle olacaktı ya da böyle

Merkür retroyken yapılmaması gereken ne varsa yaptıysan yani alışkın olduğun her şeyi bırakıp yenilere koştuysan, ev taşımaya kalktıysan, bir süre önce başlamış bir şekilde bitmiş ama yeniden gündeme gelmiş şeylere son bir şans vermeye kalktıysan, sana önce şefkatle sarılmak sonra da okkalı bir tokadı yumuş yüzüne indirmek isterim dostum. kaldı ki yaşadıklarının yanında bunun pofuduk kedi kuyruğu dokunuşu gibi kalacağından eminim.

benim gibi her daim tatlısu hayalcisi insan için, 5 yaş zekasına düşerek gidip burnunu boka sokmak olağandır çünkü ben bişeylerin üzerinde uzun uzun düşünmeyi beceremem. hayır bak aslında her defasında bunu başarabilmeyi, büyük bir ciddiyetle önüme aldığım renkli kağıt ve kalemlerle durumların artı ve eksilerini yazmayı ve böylece her şeye tamamen hakim olduğum hissini yaşayarak kararlarımı vermek isterim. ama hiç böyle olmaz, olmadı yani. bütün bu ayarlanmış düzenin ortasında kendimi ya kağıtlara saçma salak başka dünyalar çizerken ya kalkıp ne kadar alakasız bok püsür iş varsa onlarla ilgilenirken yani hep de bi şekilde kaçmış! buldum. düşünsene bir şehirden kaçarcasına taşınma kararını bile bembeyaz bir yataktan o dev camlı odaya uyanıp, ağır kadife perdeleri açtığımda gördüğüm denize bakarak vermiştim. anlık yani. -o gece uyumasaydım, cam da bok gibi yere baksaydı ne olacaktı peki? muhtemelen bir süre sonra çok alakasız bir yerde yine bir çırpıda alacaktım bu kararı, çünkü bu tam olarak benim-

sonra durduk yere, biraz da bir yerlerde bana göre fazlaca takılınca gelen "elleri ayakları bağlanmışlık hissi"nden ötürü Mart gibi salakça da bir ayda "taşınalım!" diye tutturdum. aklıma bir fikir gelince ishal olmuşum gibi duramam yerimde illa hemen olsun isterim, oldurmak isterim, kendimi hazır hissetmesem bile olmak zorundadır. "biraz düşünüp semte karar verelim o halde" dedi sevgilim-çünkü o beni hiç kırmaz-karar verme lafını duyunca beynimin felç geçirdiğini söylemem gerek yok sanırım. her gün önüme bir sürü ilan koyuyor adam ben bomboş gözlerle bakıyorum. "gidelim!" derken iyiydi ama değil mi? sonra iş ciddiyete bindi, iş sonrası ev bakmalar başladı. her girdiğim evde emlakçıyı kesmek ve tuvalete atmak istiyorum çünkü bana karar vermemi bekleyen gözlerle bakıp sorular soruyor. 2-3-5 derken parkeleri, Amerikan kapılarıyla falan bana otelllerin rahatlığını ve umursamazlığını hatırlatan evin salonunda döndüm ve "tamam" dedim. "buraya taşınıyoruz!"

                                           çünkü pencere önündeki koltuk her daim benimdir
taşınma süreci öyle sancılı oldu ki 5 sokak ötesine taşınmamıza rağmen sanki orada doğmuşum gibi tutkuyla bağlanabildiğim semten ayrılamayışım, mahalledeki kedilerle vedalaşmalar, taşıma şirketi tarafından dolandırılmak ve yeni semtin tüm iyiliğine rağmen bir türlü alışamamak, onca yorgunluk arasında über tempolu iş günleri derken bedenimin dayandığı yerde beyin tükkanı kapattı,kapıya "vertigodan dolayı kapalıyız paşam" yazdı gitti. sonrası zaten bilindik hikaye. ilaçlar, üstüste kafa raporu, fulltime sandal sefasında gibi sallanan bir zihin ve bir türlü kabul edilmeyen zamansız bir istifa.


yani bu sefer Merkür kıçının üzerinde giderken benim sallantıda olan dengemi de aldı götürdü. dahası, parmakla sayılı günler içinde verilmesi gereken ciddi kararlar beni çember içine almış itiş kakış eğleniyorlar. dizlerimi kendime çekmiş yerde öylece otururken "hata yapmaktan korkma. boşver,yap gitsin..." diyen sevgilimin sözleri yankılanıyor kulaklarımda. ayağa kalkıp elbisemi düzeltiyorum ve bu sefer renkli kağıt kalem düzeneği yerine sonunda yine istediğim gibi kaçabileceğim başka bir "karar verme yolu" seçiyorum. çünkü zaten ya öyle olacaktı ya da böyle, değil mi?

Marl


29 Mart 2012 Perşembe

writer's block

                                          tıkıtıkıtıkı-gün boyu durmayan parmaklar
Blogger olmanın yazılı olmayan nice kurallarından biri de, arayı fazlaca açtığın ya da benim gibi bütün ilhamını(!) kaybedip blogger ana sayfasına kabız kabız bakıp "nasıl giriş yapsam, nereden başlasam?" diye ıkındığın zamanlarda aha da beeyle şu an yaptığım gibi çaktırmadan başlayıp tıkır tıkır devam etmektir.Bir kere başladın mı devamı bi şekil gelir ne de olsa.(o değil de süper atlattım giriş bölümünü ahah)

Şimdi malumunuz ben ortadan zart diye kaybolup bir süre de ses çıkartmayınca genelde sinsi sinsi bir takım şeylerle uğraşıyor oluyorum. Misal geçen sana tam da bu zamanlarda yine kimseciklere hiç ses etmeden, adeta bir dedektif görünmezliğinde İzmir-İstanbul arasında mekik dokuyor, oradan buradan soranlara "ayy nolsun şekerim hep aynı iştee" diyip durumu kurtarıyordum. Çünkü nalet bir Yengeç burcu olarak,önemli değişimleri önce kendi kabuğum içinde sindirmeye çalışmak huyumdur, kurusundur.Tıpkı yeni bir ortamda bir süre çaktırmadan etrafımı pür dikkat incelemem gibi.Bu yüzdendir ki İstanbul'a taşındığımı ilk buradan duyurduğumda kırılan insanlar olmuştu. ve tabii yeri gelmişken söylemeliyim ki yarın yani 30 Mart,official olarak İstanbullu oluşumun yıldönümü.Merak etmeyin burada geçen bir yılın değerlendirmesini yapıp sizi buhranlara sokacak değilim ama her türlü bu günün sazlı sözlü dansözlü bir kutlamayı hakettiğini düşünüyorum.(buradaki subliminal mesajı sadece sevgilim alsa olur bence) Bu süre içinde tabii ki İzmir'i, oradaki düzenimi çok özlediğim oldu ama itiraf etmeliyim ki öfke anları dışında ciddi ciddi "geri dönmeliyim" diye düşünmedim, düşünemedim. Çünkü bu ağzını kırdığımının şehri adeta bir virüs, bir mikrop. nasıl yayılıyorsa kana artık, içinde yaşayan onca ayıya, yaşanan türlü zorluklara, aile hasreti ve İzmir'in sakinliğini özleme gibi etkenlere rağmen bir şekilde sanki başından beri hep buradaymışsın gibi hissediyorsun. Tabii hayatın ne getireceğini bilemezsin belki bir gün (yine) tepem atar ve "başlarım İstanbul'una" diye çeker giderim başka bir yere (çünkü bir cinnet her şeyi çözer!) ama son 1 senedir hayatım türlü çeşit zorluğa rağmen İzmir'dekinden çok farklıydı ki bu da bana yeter. Bunca darlamadan sonra izninizle içime kaçan emekli bankacı Kamuran Hanım'ı kenara kaldırıyor ve devam ediyorum.

     
saçlarımdaki şeker pembelik için bir tıkla gidiniz--> Kozmoz by Hesionka

Tabii bu bir kamyon laf sonrası yine blog kanunları gereği ortadan kaybolduğum zamanı özetleyecek "evleniyorum!" veyahut "bebek bekliyiriiuum" gibisinden şenlikli bir haber vermem gerekiyordu ama malesef elimde sadece "yeniden işe başladım" var ahaha. eh evde geçirilen 8 koca ve mis gibi aydan sonra sizin için olmasa da benim için adeta "eve düşen yıldırım" cinsinden bişey bu. Üstelik koşarak kaçtığım eski sektörüme ve yine yardıra yardıra kaçtığım eski iş yerime dönüş yapmış oluşum bence bi parça hareket getirebilir bu duruma. Açıkçası işin çılgınatar temposundan ve ofis içi genel tutumdan dolayı ayrıldığım işime üzerime daha fazla yük alarak dönmüş olmam (teklif iyiydi hacı!) için çıldırmış olmayım ama bu sefer kendime bok atmak yerine "geri gittiği zamanlarda eskide kalmış, bitmemiş şeylere bir çözüm getiren" Merkür'ü sorumlu tutuyorum.

                                 açık ofiste "ne giydim" pozu ancak bu kadar oluyor tabii

Yani bundan böyle yeniden soluk benizli, sarı suratlı bir plaza çalışanı ve sistemin kölesi olduğuma göre, açık ofisin nimetlerinden de beslenip burayı vakit buldukça yeşertmeyi düşünüyorum ama 3 haftadır eve geldiğimde yaptığım şeylerin yemek-banyo-uyumak olduğunu düşünürsek çok da garanti vermiyorum. o yüzden yemeyelim birbirimizi hiç.

Bu postun şarkısını da özellikle kırıkkalpli genç kızlarımıza gönderiyorum. tripleştiğiniz sevgilinize gönderirsiniz, sözleri facebookta falan paylaşmak için de çok ideal. haydi bakalım.

xoxo,
Marl




14 Şubat 2012 Salı

oh my sweet valentine!

Pembenin ve kırmızının her türlüsünü görüp geçici renk körlüğü yaşadığımız, kucağındaki yastıkta "aylavyu" yazan peluş ayıcıkların, boynu bükük tek güllerin ve cımbızla tutulabilen "tek taş"ların çılgın attığı bu nadide günü görmezden gelmemi beklemiyordunuz heralde?

Benim bu minnoş gün için mesajım net:

                           Taş kalbimin ortasında pambık bir vaha var oysa ki sevdiceğim

Şarkım ise "..now my life is sweet like cinnamon, like a fuckin' dream i'm living in.." gibi şahane sözler içerdiğinden dolayı şudur;


Dilerim aldığınız hediyelerin, mesajla gönderdiğiniz gözü yaşlı şiirlerin ve yaptırdığınız ağda parasının ekmeğini yersiniz gençler. Hayde bakalım!

Marl

p.s: ayrıca belirtmek isterim ki çakra sisteminde kalbimizin rengi "zümrüt yeşili"dir. gidip pembe ve kırmızı boktan şeylere paraları gömerken bir daha düşünebilirsiniz ahah.


9 Şubat 2012 Perşembe

sadece şarkıya odaklansak iyiydi bence

^^ "İnsan ne ederse kendine eder" diye bişey var ve ben bunu genelde can sıkıntısından saçımı renkten renge boyatıp ertesi gün aynanın karşısına geçince söylerim. Bu sefer başka bir durumda kullanınca bana da çok garip geldi zira saçlarıma tam 1 aydır dokunmuyorum ki buna hiç girmeyeyim başka postlara ekmek kalsın. Hah, şimdi buralara gele gide birden gazı köklenip ultra popüler yapılan şeylere ve "peşinden gitmezse ölecek" olan insanlara kaşım havada yaklaştığımı az çok farkettiğinizi sanıyorum. Bu sebeple moda dergilerinde gördüğüm sezonluk her "must have"lerden koşa koşa gidip almam, vitrinde-dergilerde gördüğü her şeyi üzerine yapıştırıp gezene selam vermem, gündemde olan dizi-film cümlelerini her yerde guguk kuşu gibi ötene "höytt" derim (yapma demiyorum, hobi olarak yine yap da dozunu kaçırma). Tabii burnu bu kadar büyük olana da yüce evren vuruyor tokadı, kırbacı. Kahkülle başlayan kahır belama bir de müthiş baş ağrısı ile gittiğim göz doktorundan "gözler gitmiş" cevabı ile yazılan "gözlük" eklenince yemin ediyorum midi boy hipster oldum. Bunca zamandır gördüğüm yerde parmakla gösterip güldüğüm "gözlüğe normal cam taktırıp entelli dantelli görünmeye hevesli genç"lerin gazabına geldim. Oysa tek istediğim "neyyyy? gözlük mü?" diye aytaşı gibi açılan gözlerimi bi şekil idare ederken beni de bu ilk deneyimimde tripten tribe sokmayacak bir okuma gözlüğü bulmak için girdiğim optikçiden mutlu çıkabilmekti. Kaç denemeden sonra yüzüme tek uyan bu modelin olması üzerime gelen lanetten başka bişey değil. Şimdilik sadece evde taktığım için bu travmayı daha kolay atlatırmışım gibi geliyor, bakacağız. Siz de arkamdan çok gülmeyin kalbinizi KIRIRIM.

                                Hipster dediğin bıyıksız(Osmanlı-Dali mix) olmaz!

^^ Geçen postta bahsettiğim karlı soğuklu günlere 2 gün moladan sonra an itibariyle devam ediyoruz. Hava ciddi anlamda soğuk ve sanıyorum 50 yaşında olan kombimiz dün akşam emekliye ayrılmaya karar verdi. Tamirciyi beklerken medeniyetin başlarına dönüp ateşle ısınmaya çalışmak, sıcak kupaya koala gibi sarılmak gibi ekşınlar içindeyken durum giderek "Kanada'ya taşınan bir İzmirlinin Günlüğü" tadında olmaya başladı, tırsıyorum.

^^ Fransa boykotu sayesinde paylaşımına ara verilen (thank god!) Zaz şarkıları yerine eliniz boşta kalmasın diye hemen alttaki mıtteşembır şarkıyı veriyorum. Kavga ettiğiniz sevgilinize evde pijamayla oturup çekirdek çitlerken gönderebilir, regl kafasında dinlediğizde "üf nebçim de kavgalı-acılı aşk yahaa" diyee içlenebilir, sözlerini facebookta paylaşıp exlere falan gönderme yapabilirsiniz. Yeter ki hazır 14 Şubat da yaklaşıyorken dökelim duygularımızı şarkılı türkülü, dileyelim geç kalınmış özürlerimizi, atılması ertelenmiş maillerimize gelip o ufak "send" tuşuna basalım, sevelim sevilelim zira bu hayat duvarlar arkasına gizlenerek yaşanmaz. bu da böyle bayram mesajı gibi oldu ya bilemedim, soğuktan duygusala bağlamış olmama verin.

bu kadar laftan sonra diliyorum şarkının kafasına girebilirsiniz. mum ışıklı, karanlık bir oda ve yüksek ses çok işe yarıyor, bizzat denedim.

Öperim,
Marl the only.



p.s: Bu hanımkızın bi de "Video Games" adlı parçası var, onu da yanına katıp geceyi buhrana boğabilirsiniz, hadi bakalım.

urgent p.s: postu yayınladıktan dakikalar sonra RTlenmeye başlanan şu videoyu paylaşmasam hiç olmazdı bence ahahah 






1 Şubat 2012 Çarşamba

..everyday i missed you more

^^ Çocukluğunu Eskişehir'de geçirmiş biri olarak bence karın,buz ortasında yaşanabilecek en çılgınatar çocukluk anılarına sahibim. Ders aralarında kendimizi tepeden poşetle cup diye bırakmak mı dersin, dev gibi karların içinde tavşan gibi hoplamak mı dersin, ağzının ortasına içine taş koyulmuş kartopunu yiyip kan içinde kalmak mı dersin hepsini yaşamış -en sonuncusunu yaşamamış olaydım iyiydi tabi- olduğum için, 10 sene İzmir hayatından sonra ilk defa böylesi yoğun karla yeniden karşılaşınca, zekam aynen yılbaşı ışıklarında olduğu gibi 5'e düştü. Karın ilk yağdığı akşam da bi hayli hazırlıksız yakalanmama rağmen sokağa dökülüp kar sevinci yaşayan bir avuç insanla birlikte hepten uçtu gitti beynim oradan oraya sevinçle koşup zıplayan bişey oldum. 


^^ Tabii bütün bu curcuna, sevinç bütün gün kalorifer önünde oturup sokağı kesen yaşlıların "cıkk..tutmaz bu kar..mehh mehh" diye diye evrene yaydıkları o muazzam enerji sonucu tutunamadı ve yitti gitti güzelim kar. lakin bir semt dolusu yaşlının unuttuğu bişey vardı ki, o da mahalle baskısıyla Emrah gibi şeyine baka baka giden karın 1 hafta sonraki dönüşünün mıtteşem! olacağı ahaha! 

                                       2 gün önce, gece 02:30-balkondan
^^ Yaklaşık 3 gündür durmadan coşan kar sonucu yaşlılar ve kucaklarında pinekleyen kedileri şaşkın, ben ve benim gibi kar canavarları sevinçli lakin bugün nette dolanan "en baba yağış yarın" dedikodusu canımı sıkmadı değil çünkü yarın Avrupa yakasında olmam gerekiyor ve şimdiden "burasıı Muşturr yolu yohuşturrr giden gelmiiyüürrr" türküsünü çığırmaya başladım. bu arada yarım teras olması yüzünden içine yağan bir mahalle kar sonucu balkonda kendi kardan adamımızı beslediğimizi söylemiş miydim?

                                               "abeey silem mi abbeyyy?"

Bu da böyle soğuklu, karlı, kışlı bir post olsun, hadi bakalım görüşürüz.
Marl, the karda yuvarlanan.

p.s: Şu şarkıyı da döndüre döndüre dinlemekten bi hal oldum ama bi söyle haksız mıyım? tıktıktık!

25 Ocak 2012 Çarşamba

detected: instagram

1) mum yakmadan asla 2) içi boş kumbara 3) Kaşmir kedisi 4) Işığa koşan kuzular 5) Vakko- Cadde- Yılbaşı

^^ Moda, kozmetik gibi değil de daha kişisel şeylerden bahsettiğin bir blog yazmanın sanırım en kötü yanı, hayatın keyfine kapılıp blogun adeta bir "terkedilmiş hayaletli kasaba" oluşuna izin vermek. Sonra o kadar günün ardından neresinden tutar da düzeltirsin düşün bakalım. Neyse ki 268 tane birbirinden minnoş okurum var da, hiçbiri "noldun haco? yazsana bişeyler" diye dürtüklemiyor, yemek sonrası dere kenarında göbeğini yayıp uyuyan boz ayılar gibi pısmış beeylece yeni post bekliyor. o değil de, neredeyse ayda bir post yazdığıma göre demek ki ben de yemek sonrası popomu devirip aranızda horluyorum, o yüzden bu konuyu daha fazla deşmeyeyim bence.
^^ 2012'den çok umutlu insan; meraba canım. evet ben de senin gibi "2012 benim senem yihuu" diyerek pis gazlamıştım kendimi lakin gerek daha saatler 00:00'ı bulmadan çakır keyif oluşum, gerek "bu sene eve yakın yerde mis gibi fasıl yapalım değişiklik olur" diyerek nasıl da bir hata yaptığımızın farkına varmadan planladığımız yılbaşı gecesinin verdiği azapla, her sene girilen bu şekillerin anlamsız olduğunu kabul edip, normlarımı düşürdüm. Fasıl diye gittiğimiz yerde davulcuların pat diye mekanı basmasını, ortamdaki "takım elbise giyip rakı içen bebeler"in sayısını ve gece boyunca çalan "şakşuka" türü şarkıları olur olmaz hala! mırıldanmalarımdan hiç bahsetmeyeyim zira hala kaşım gözüm atıyor hatırlayınca. "Yılbaşı ve İstanbul-101" diye bişey olmalı ve benim gibi hevesli, yeni taşınmış insanlara usulünce anlatılmalı bence. Çok sevap alırsınız bak.


1) Yılbaşı-Optimum Avm 2) ringo ringo şişelerr 3) Kar yağdı! 4) En sevdiğim yer  5) hiç dayanamam!

^^ Braket belasından kurtulduktan sonra ufak ufak ısırarak yemelere henüz başlamıştım ki bir gece aniden gelen "sakız!" krizim ve sevgilimin bi şekilde gidip bulması ile mutlu biten o günden sonra tam olarak develer gibi paket paket şekersiz Falım tüketiyorum lakin doyamıyorum. Önceleri benim için tifitik bişey olan sakız, uzak kalmak zorunda olduğum 14 aydan sonra nasıl bir değer kazandıysa gözümde, kimselerle paylaşamıyor, çeşitler arasında çıldırıyorum sevinçten. Tabi insanlık için küçük Marlene için büyük bu adımdan bence sevgilim hiç memnun değil. Çünkü sanırım dünya üzerinde sakız çiğnerken bu derece mutluluktan kendinden geçip balondan balona koşan, çakkıdı çakkıdı çiğneyen tek insan benim ve adamcağız benimle yaşıyor. Tabii yapacak bişey yok. "Derdi veren dermanı da verirmiş, üzülme sevgilim" diye teselli veriyor patlatıveriyorum bi balon daha.

1) yılbaşı neşesi 2) evde her akşam bir mum yakılır 3) İzmir-Ooze, Orbay yardırıyor yine 4) Cameron gözlü Marl 5) İzmir- Kıbrıs şehitleri ara sokaklar, topuklu botlarla girmeyin anacım

^^ Instagram'da fink atmaya başladığımdan beri artık postlara eklemek için görsel arayışım, altına link vermeye kasmalarım bittiğine göre "yüzdeyüz Marlene emeği" fotoları bundan böyle burada görebilirsiniz. 

Eh arayı bu kadar açmayalım bi daha, öperim.

Marl.